Suçlama ne? Delil ne? İddia nerede başlıyor, yargı nerede devreye giriyor?
İstanbul’un seçilmiş belediye başkanı, üç kez halkın oyuyla göreve gelmiş bir isim olarak bugün Silivri’de.
Yanı sıra Esenyurt, Beşiktaş, Beylikdüzü, Beykoz gibi ilçelerin başkanları ve onlarca belediye yöneticisi, bürokrat da gözaltında.
Peki neden?
Ortada henüz kamuoyuna açıklanmış bir iddianame yok.
Deliller? Onlar da muğlak.
Ama gözaltılar, tutuklamalar ve operasyonlar devam ediyor. Birinci dalga, ikinci dalga, üçüncü dalga…
Gerçekten de soruşturma değil, dalga dalga bir siyasi dalgalanma yaşanıyor.
Yargının temel dayanağı nedir? Delil.
O yoksa, iddia yalnızca iddiadır.
Fakat görüyoruz ki delil yerine gizli tanıklar devreye giriyor.
İfade verenlerin savcılıkta ya da emniyette fikir değiştirdiği, baskı altında itirafçı yapılmak istendiği öne sürülüyor.
Bu yöntemler adalet duygusunu değil, şüpheyi besliyor.
Gizli tanık beyanlarıyla, kamu görevinde bulunan kişilerin itibarlarının hedef alınması yalnızca o kişilere değil, tüm kamu düzenine zarar verir.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla, İBB Başkanı’nın görüntülerinin toplu taşıma araçlarında yasaklandığı iddiası ayrı bir tartışma başlığı.
Bu tür bir yasaklamanın hukuki dayanağı nedir?
Anayasaya göre bir kişi, hakkındaki mahkumiyet kararı kesinleşmedikçe masum kabul edilir. Bu temel ilke, “masumiyet karinesi”dir. Bu karineyi hiçe sayan her adım, sadece bireysel hakları değil, anayasal düzeni ihlal eder.
Geçtiğimiz günlerde yapılan Hakimler ve Savcılar Kurulu seçimleri de bu tabloya eklenmeli. Seçim süreci, Meclis’te uzlaşmayla yapılmalıydı.
Ancak seçimler, önceden belirlenmiş adayların sadece onaylandığı bir formaliteye dönüştü.
Hatta anayasal çerçevenin dışına çıkılarak “3. tur oylama” gibi hukukta yeri olmayan bir yöntem kullanıldı.
Yargının bağımsız olması gerekir.
Çünkü bağımlı bir yargı, adalet dağıtamaz. Bağımsızlık, sadece şekli değil, zihniyetle ilgili bir meseledir.
İfade özgürlüğü, yasal sınırlar içinde protesto hakkı anayasal güvence altındadır.
Buna rağmen Boğaziçi Köprüsü’ne “İmamoğlu’na Özgürlük” pankartı asan milletvekillerine jet hızıyla adli işlem başlatıldı.
Hukukla değil, refleksle hareket edildiği bir kez daha ortaya çıktı.
Bir kişiye yönelik siyasi hedefler, tüm hukuk sistemini araçsallaştırma noktasına geldiğinde artık mesele şahsi değil, sistemseldir.
Sadece Türkiye içinde değil, uluslararası platformlarda da bu süreç dikkatle izleniyor. Son olarak Sosyalist Enternasyonal Konseyi, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik açık bir tepki yayınladı. Bu durumun sadece Türkiye’nin iç meselesi değil, aynı zamanda ülkenin demokratik itibarıyla ilgili olduğunu vurguladı.
Bu yaşananlar artık bir kişinin siyasi geleceğinden ibaret değil. Hukukun nerede durduğu, siyasetin nereye kadar nüfuz ettiği sorularıyla karşı karşıyayız.
Bugün “güç” adına görmezden gelinen hukuksuzluk, yarın herkesi vurabilir.
Bu yüzden bu sorular basit ama çok hayati önem taşıyor.
Delilsiz tutuklama ve iddianamesiz gözaltılar hangi hukuki zemine dayanıyor?
Hukuk kimin için, ne zaman çalışacak?
Türkiye’de hukuku kim koruyacak?
Savcılar ve yargıçlar, siyasi baskılardan ne derece bağımsız hareket edebiliyor?
Anayasal çerçevenin dışında kalan uygulamalar nasıl meşrulaştırılıyor?
Yargı, kamu yönetimi ve yasama arasında çizilmesi gereken sınırlar neden bu kadar kolay aşılabiliyor?
Bu soruların cevabı yalnızca bugün için değil, Türkiye’nin yarını için de önem taşıyor. Çünkü bir ülkede hukuk işlemezse, adaletin yerini korku ve belirsizlik alır. Bu da sadece muhalefeti değil, bizzat sistemi içten içe çökerten bir sürecin habercisi olur.
Turp ile Ahtapotla tarif edilen süreçler görüyoruz ki bu ülkeye ve millete zarar veriyor.
Bu zulüme dönüşen süreç bir an önce bitmeli.
Ülkenin bölünmez bütünlüğüne kast edenlerle heyetler kurulup "barış" çığlıkları atılırken.
Zulüm yaşatılanların, bu ülkeye onlar kadar zarar verip vermedikleri de sorgulanmaya başlarsa, bu halk hakkaniyetten yana safını alır demedi demeyin..
Ve unutmayın:
Zulüm ile abad olanın sonu berbat olur!
27 Mayıs 2025
Mustafa Temiz