İÇSEL TESLİMİYET TERAPİSİ, “İBRAHİM VE İSMAİL”

Kur’an’da geçen İbrahim-İsmail sahnesi ise bu kadim baba-oğul ikileminin en derin ve en dönüştürücü sembollerinden biridir.

Tarih boyunca baba-oğul ilişkisi, insan ruhunun en çetin imtihanlarından biri olmuştur.

İlk insandan itibaren bu gerilim sahneye çıkar.

Âdem’in oğulları arasında yaşanan çekişme, babanın mirasına, sevgisine ve otoritesine duyulan arzu ile görünmez rekabetin dramatik bir göstergesidir.

Freud, bu çatışmayı 'ödipal kompleks' kavramıyla açıklamış; oğlun babayla hem özdeşleşmek hem de onun otoritesini aşmak istemesini ruhsal gelişimin temel dinamiği saymıştır.
Psikolojide baba, çoğu kez aklın ve otoritenin sembolüdür.

Oğul ise masumiyetin, özgürlüğün ve yeni bir yol açma isteğinin temsilcisi.

Bu ikisi bazen birbirine karşı durur, bazen birbirini besler.

Babanın otoritesi olmadan disiplin, oğlun safiyeti olmadan yenilenme, gelişme mümkün olmaz.

Kur’an’da geçen İbrahim-İsmail sahnesi ise bu kadim baba-oğul ikileminin en derin ve en dönüştürücü sembollerinden biridir.

Bir baba ve bir oğul, dağın yolunda İsmail’in kurban edileceği tepeye doğru yürürken aslında hepimizin içinden geçen bir yolculuğu hatırlatır.

İbrahim, insanın içindeki otoriteyi, aklı, sorumluluğu;

İsmail ise safiyeti, masumiyeti ve güveni temsil eder.

Dağın doruğunda aslında bir bıçak değil, bir baba ve bir oğul değil, tam bir imtihan vardır!

“Kimi kurban edeceksin?”
Tasavvufta bu sahne, nefsin kurban edilmesidir.

İnsan içindeki hırsı, kibri, ihtirası bir sunağa bırakır.

Bıçağın kesmediğini görür; çünkü Allah, insandan kendisini yok etmesini değil, kendisini esir alan yüklerden özgürleşmesini ister.

Kurban, aslında benliğin zincirlerinden kurtuluşun sembolüdür.
Psikolojik açıdan bakıldığında ise bu sahne, ruhumuzdaki farklı parçaların bir araya gelmesi anlamına gelir.

Hepimizin içinde bir İbrahim vardır.

Kimi zaman putları kıran, kimi zaman yıldızlara bakıp, “Ben batıp gidenleri sevmem!” diye haykıran ve çoğu zaman kuralları hatırlatan, disiplin isteyen, hata kabul etmeyen bir ses.

Ve hepimizin içinde bir İsmail vardır.

Saf, çocuk kalmış, kabul görmek isteyen, yenilikçi ve masum bir yan.

Kişi bu iki tarafını düşman bellediğinde iç çatışmalar başlar.

Bazen otoriter ses, masum yanımızı boğar; bazen de masumiyet, disiplinin gerekliliğini küçümser.

İşte terapi tam da burada devreye girer.

Danışan, içindeki İbrahim ile İsmail’i aynı masaya oturtmayı öğrenir.

Bir yan “daha güçlü olmalısın” derken, diğer yan “beni olduğum gibi kabul et” der.

İşte o an, gerçek içsel barış başlar.
Hipnoterapide bu kıssa, güçlü bir imgeye dönüşür.

Danışan gözlerini kapar ve o dağın yoluna çıkar.

Yavaş, sessiz, huzurlu ve güvenli…

Yanında kendisine sınırsız güvenen bir çocuk sesi yürür.

Elinde yıllardır taşıdığı yükler vardır, “kaygılar, suçluluklar, geçmişin zincirleri…”

Bu yükleri bir taşın üzerine bırakır.

Bıçağın kesmediğini fark eder; çünkü kurban olan ne kendisidir ne de sevdiği.

Kesilen, korkuların bağıdır, geçmişin ağırlığıdır.

İçeriden şu telkin yükselir:

“Artık yükünü kurban ettin. Sen hayattasın, sen özgürsün.”
İbrahim-İsmail kıssası, binlerce yıl öteden bugüne yalnızca bir dini hatıra değil, aynı zamanda bir ruh terbiyesi dersi olarak gelir.

İnsan kendini yok etmeden de teslim olabilir; kendi sesini bastırmadan da güvenebilir. Bıçak aslında kimseye değmez, çünkü kurban edilmesi gereken tek şey, bizi ağırlaştıran ve yolumuzdan alıkoyan nefsin yükleridir.

Ve başarmamız gereken şey:

“Sadeleşmek, durulmak ve yüklerimizden kurtulmaktır…”

Vesselam!..