Yoğurtçuuuuu! / Dr. Mahmut Açıl

Merhaba ey aziz Kâri’ (okuyucu)! 

09 Mayıs 2024 Perşembe 10:16
Yoğurtçuuuuu! / Dr. Mahmut Açıl

Merhaba ey aziz Kâri’ (okuyucu)! 
Ne demiş büyüklerimiz, 
“Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan
Giy ol tacı, emin ol her beladan.”
Zaten insanın başına ne geliyorsa dilinden geliyor değil mi? (Hoca, yakında senin bu dilini de keserler haberin olsun.) 
Tabi, bir de insanın diliyle beraber, eline ve beline de sahip çıkması gerekir. (Elhamdülillah, dilimizden başka korkumuz yok.)
Dil tek başına insanı kurtarmaya yetmez ama bir yerlerden başlamak lazım. Bir de doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış. (İnanır mısınız bilmem, geçenlerde bir yere gittim, az ileride mükemmel bir köy vardı. Ben keşfettim o köyü. Dolayısıyla adını koymak da bana düştü. O köyün adı ne mi? Hemen söylüyorum, sıkı durun, “Onuncu Köy” Olur ya hasbel kader dokuz köyün dokuzundan da kovulursam gideceğim köyü buldum. Yeri çok güzel. Etrafı yemyeşil. Sesiz sakin. Hemen azcık ilerisinden küçük bir dere akıyor. Yüksek bir yere kurulmuş. Hiç yolcusu yokmuş gibi – pardon yolcusu değil de yaşayanı olacak bu kelime- sessiz mi sessiz bir yer. Bir de okuduğunuz bu yazının yayınlandığı sitenin twitter hesabı olan 10. köy var.)
Edepli olmak için evvela/öncelikle elinizi yüzünüzü, kalbinizi, dilinizi, gözünüzü hatta ve hatta maddi ve manevi tüm vücudunuzu yıkamanız gerekir. 
Öncelikle- evvela deyin siz buna isterseniz- yanınızda bulunan arkadaşlara dikkat edin. Sonra her türlü hal ve hareketinize ve daha sonra okuduğunuz kitaplara ve hatta daha ve daha sonra ise seyrettiniz filmlere, dinlediğiniz müziklere, alışveriş yaptığınız dükkânlara, gezdiğiniz tozduğunuz hemen her yere ve yiyip içtiğiniz her şeye dikkat etmeniz gerekir. 
Neden mi?
Çünkü edepsizlik şeytandandır ve bilgisayar virüsü gibidir. 
İnternete bağlanan bir bilgisayarı açmanız çoğu zaman yeterli olur. 
Bilgisayarınızda kayıtlı olan tüm dosyalara bir anda yayılır bu sinsi virüs. 
Bakın küçücük bir örnek: 
“Ahmet isminde çok kıymetli bir arkadaşım vardı. Askerlik öncesi, piyasaya çıkan her kitabı okuyordum. Küçük bir yurtta kaldığım dönemdi. Ahmet de bir Ramazan-ı şerifte Ankara’ya gelmişti. Ziyaretime geldiği bir gün pencerenin kenarına dayanmış konuşuyorduk. Ben “Hz. Muhammed böyle buyuruyor, Hz. Muhammed şöyle buyuruyor...” gibi bir iki şey söyledim. Bana garip garip baktı, “Yâ hû, sen ne olmuşsun! O senin babanın oğlu mu?” dedi. O anda içimde hâsıl olan sarsıntıyı tam ifade edemem fakat çok sarsıldığımı söyleyebilirim. Ona
“Allah senden razı olsun! Gerçekten ben ne olmuşum!” dedim. Söylediğim sözlerde, şimdilerin saygı ifadesi için fazla bile buldukları “Hazret” tabiri vardı ama o, Efendimizi (aleyhi ekmelüttehâyâ) tebcile yetmezdi ve Ahmet haklı olarak beni ikaz etmişti. O günden beri ona hep dua ediyorum.
İnsan, farkına varamıyor; herkes öyle konuşunca, saygısızca ifadeleri normal görmeye başlıyor. Birkaç kitap okumak, bir şeyler biliyor olmak, insanı bazen küstahlaştırıyor. “Ömer, Ali…” dedirtiyor sahabe efendilerimiz hakkında konuşurken. 
“Onlar da kendi aralarında öyle konuşuyormuş” sözü de katmerli mazeret. 
İyi ama sen sahabe değilsin ki! 
Kendi babana, arkadaşlarının ona hitap ettiği gibi hitap ediyor musun? 
Bugün bir müdürden, bir genel müdürden bahsederken bile “sayın, saygıdeğer” deme lüzumu duyuluyor. 
Öyleyse, saygıya en çok hakkı olanlara karşı saygı ve hürmet bizim vazifemizdir.”
Okudunuz değil mi?
Bizim gibi (pardon benim gibi) sıradan insanların çok saygılı buldukları yukarıdaki cümleler bile aslında ne kadar da sıkıntılıymış değil mi? 
Dikkat etmek lazım.
Bu kadarcıkla kalsa yine iyi. Şu aşağıda yazacaklarımı okuyunca hemen koşup banyoya aynanın karşısına geçin ve ağzınızı iyice açıp bakın lütfen. Neden mi? Küçük diliniz yerinde duruyor mu diye! (Bu biraz edepsiz oldu değil mi?) 
Bakın, diyelim ki evinize misafir geldi. Kapının hızla çarpılmadan yavaşça örtülmesi bir edeptir. (Rüzgâr vardı. Cereyan yaptı falan gibi hikâyeleri yutmazlar.) 
Bu edep inceliğine göre “kapıyı kapat” denilemez. (Allah kimsenin kapısını kapatmasın); belki “kapıyı ört yahut sırla” denilebilir. 
Yine aynı şekilde “lambayı (mumu, ışığı) söndür” denilemez. (Allah kimsenin ışığını söndürmesin), “lambayı dinlendir” denilir. 
Keza lamba yakılmaz ancak uyandırılabilir. 
Ayrıca kapıdan çıkarken kişinin arkasını dönmesi edepsizliktir. Zira büyüklere sırt dönülmez.  
Kapı önündeki ayakkabılar dışarı doğru değil (bunun manası “git bir daha gelme” demektir), içeriye doğru çevrilir.
Birisi konuşurken sözünü kesmek, gizli konuşmak, mecliste fısıltı ile lakırdı etmek, işaret ve işmar etmek vs. hep edebe aykırı davranışlar cümlesindendir.
Eskiden sokak araları oldukça darmış. Evler tek katlı. İnce bir düşüncenin eseri olan bu geleneklerden biri de pencere önüne konan çiçeğin rengiyle, mahalle sakinine verilen mesajdı.
Evlerin penceresi önüne konulan kırmızı çiçek “Bu evde gelinlik çağına gelmiş bekâr kız var, evin önünden geçerken konuşmalarına dikkat et!” manasını içerir, sarı çiçek ise evde hasta var, yüksek sesle konuşmayın anlamına gelirdir.
Çift kapı tokmağı Osmanlı mimarisinde özel bir anlama sahipti. Kapının üzerindeki iki tokmaktan büyük olanı erkekler için, "küüt küüt" diye, diğeri ise küçük bir şey "pıt pıt" diye ses çıkarır. Gelen misafir erkekse “küüt küüt” diye vuran büyük tokmağı kullanır ki kapıyı açmaya evdeki erkeklerden biri gelsin.
Sıkı durun, bir şey daha söyleyeceğim size!
Hani şu bazı kendini bilmezlerin beğenmediği, küçük gördüğü, barbar, gayr-i medeni, geri kalmış ve yobaz dediği o şanlı geçmişimiz var ya, hah işte orada/o dönemde sadaka taşları varmış, ihtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın şahadetleriyle, sadece ihtiyacı kadarını alırmış. 
Aynı şey yolların üzerinde, vakıflar tarafından kurulan konaklarda da uygulanır, yolcu eğer ihtiyacı varsa yatağının başucundaki keseden alabilirmiş. 
Binitine (buna “at, beygir, merkep ve deve” gibi bilumum heyvan deniyor) ücretsiz bakılır, ücretsiz üç gün yemek verilirmiş. (Hem heyvana hem de sahibine)
Hanımlar “efendi” derlermiş beylerine, “siz” derlermiş, hanımefendiliklerini gösterirlermiş. (Bakın bir erkek olarak, en çok bu maddeyi sevdim. Siz ne dersiniz baylar?)
Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. 
Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği için, adı “Karınca basmaz efendi” ye çıkan insanlar varmış. (Canım şimdiki insanların lakapları daha gerçekçi. Mesela hortumcu, rüşvetçi…) 
Yumurtayı ucundan, çok az kırıp, fazla kırmayı tahrip olarak düşünen, tahribin hiçbir türünü sevmeyenler varmış. (İşte bu! Deminden beri söylemeye çalıştığım duygu bu! Nezaket, letafet, zarafet…)
Çok uzattım biliyorum. Yine dilime hâkim olamadım. 
Küçücük bir hikâye ile bitireyim müsaade ederseniz. 
Şehr-i İstanbul’un hâlâ Osmanlı mührü taşıyan sokaklarının birinde kış ayazında bir yoğurtçunun nidasını (sesini, bağırtısını, yoğuurrrtttççuuuuu!) işiten Hacı Cemal Öğüt (kızına hitaben):
“Kızım yoğurt alalım” diye seslenir.  
Kızı da: “Baba yoğurdumuz var!” cevabını verir. (Ne de olsa zamane kızı. Kızııımmm! Sana yoğurdumuz var mı diye soran oldu mu? Baban, alalım dediyse almak lazım!) 
Hacı Cemal’in canı sıkılır. (Eeee, sıkılmaz mı? Elbette sıkılır. Bir dediği iki olmuş.)
Hacı Cemal, kızını da incitmek istemez ama diyeceğini de deyiverir:
“Olsun kızım alalım, sen bir şekilde kullanırsın. Sokaktan üçüncü geçişi adamın, satabilse bu adam, kış kıyamet gününde ısrarla geçer mi buradan.” 
Ne demiş o büyükler:
“Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan
Giy ol tacı, emin ol her beladan...”
Vesselam!..
09 Mayıs 2024
Dr. Mahmut Açıl

Son Güncelleme: 09.05.2024 10:24
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.