Bizim milletimizin zekâsına hayranım!

Çok zeki bir milletiz, çok!

Matematik, fizik, kimya gibi dersler bizim önümüzü kesemezler.

Biz ne Çoklu Zekâ Kuramı dinleriz ne de Howard Gardner diye bir adam biliriz. (Bilmeyenler için söyleyeyim, 1943, doğumlu Amerikalı bir psikolog).

Malumunuz Howard Gardner, ortaya attığı Çoklu Zekâ Kuramıyla, canlılardaki (insan da bir canlıdır) zekâyı sekiz sınıfta topladı. (Dokuzuncu zekâ türünü de sonradan ilave etti; varoluşsal zekâ diye!) İnsan zekasının çok yönlü olduğunu ve farklı zekâ türlerine sahip olduğunu vurguladı.

Gardner’e göre görsel-uzamsal, sosyal, sözel, mantıksal-matematiksel, bedensel-kinestetik, müziksel-ritmik, doğasal ve içsel zekâ gibi farklı zekâ alanları, her birimizin güçlü ve zayıf yönlerini belirler

Bizim Recep (Soyadı İvedik olan, şu pis, kirli sakallı, olan varlık) böyle bir işe kalkışsaydı, sanırım on beş-yirmi çeşit zekâ türü bulurdu. Bunun örnekleri için çok geçmişe gitmeye gerek yok. Karadeniz’imizin yakışıklı Temel’i bile tek başına tüm Avrupa’ya bedeldir.

Bir de biz çocuklarımız için, “tembel, ahmak, az çalışır, geri zekâlı, kaz kafalı… falan filan” gibi tüm yakışıklı, karizmatik ve afili sıfatları kullanırız. (Özellikle de babalar çok kullanırlar bu sıfatları. “Kurt ulusundan -atasından, büyüğünden- gördüğünü işlermiş!” diye meşhur bir atasözü var. Onlar da gördüklerini uyguluyorlar.) Oysaki öyle değil kazın ayağı. Matematiğe az çalışıyor bu çocukların kafaları ama, eline düşen bir kaz’ı (hayvan cinsinden olması şart değil) ciyaklatmadan yoluveriyor bir solukta.

Uçak, otobüs, teren, kayık, gemi hiç fark etmez, neyle yolculuk yapıyor olursa olsun, tereyağından kıl çekme kolaylığında kıvırıveriyor kullandığı aracın burnunu.

Bunun en gerçekçi örneklerini yaşadığımız şu son asırda hem ilme’l-yakin hem ayne’l-yakin hem de hakka’l yakin gödük, duyduk, şahit olduk.

Zekilikle ahlaksızlığı, erdemle onursuzluğu, iş bilme ile çalıp çırpmayı bir çırpıda, hiç kimseye çaktırmadan birbirine karıştırıverdik gitti.

Liyakat ile adam kayırmaca/torpil/yandaşlık… adına ne derseniz deyin hem mana hem de madde olarak hallaç pamuğu gibi birbirine giren içli dışlı olan kelimeler oluverdi bir anda.

Neyse çok uzatmayayım!

Masamda bilgisayarım açık, gözümde yakın gözlükleri, bilgisayarın hemen yanı başında zehir gibi koyu bir yapay kahve…

Zekadan ve zekanın değişik türevlerinden bahsediyordum gecenin saat 02. 47’sinde.

Bugün biraz hikayevari gireyim konuya istedim müsaadeniz olursa.

Hepinizce malum olan bir hikâye var. Bilirsiniz canım. Azcık zorlayın, şartelleri yukarı kaldırın. Olmadı mı, birazcık da sallayın. Hah şimdi hatırladınız değil mi?

"Bizim ağa hayatında ilk defa uçağa binmiş, koridor tarafında oturuyor. (Pencere kenarında oturmak için can atıyor ama hem hostes izin vermiyor, “Orası sizin yeriniz değil beyefendi. Burası da sizin çiftliğiniz değil. Herkesin yeri belli. Tepemin tasını attırmayın. Oturun oturduğunuz yerde. Biletinizdeki numara neyse o koltuğa oturacaksınız. Bakın, çekerim kulaklarınızı haaaa! diyor” hem de ağalığa “şey” (anlarsınız canım) sürmek istemiyor. İlk defa uçağa bindiği için düşerim korkusu var pencereden.)

Pencere tarafında oturacak olan kibar ve bir o kadar da güzel bir hanım yerine geçmek için izin istemiş, tam yerine geçerken yanlışlıkla ağanın nasırına basmış. Bizim ağa acının verdiği sinirle:

"Heeyyvan! Önüne bak!" diye bağırmış. Kadın mosmor, kırmızı, turuncu… bilumum renklere bürünmüş ama bir yandan da kusuru varmış, hatalıymış. Sonuçta koskoca ağanın nasırına basmış. Sonra özür dilemiş ve istemeden olduğunu ifade etmiş.

"Ama 'hayvan' demeniz gerekmezdi beyefendi." diyerek de lafı koyması gereken yere koymuş.

Bizimkisi kıpkırmızı. (Ne kırmızısı canım gökkuşağı, gökkuşağı!) Epey bir gitmişler ağada çıt yok. Dayanamamış artık. Dönmüş kadına;

"Hanımefendi!" demiş. "Heeyyvan dediysek; bunun kuşu var kelebeği var!"

Şimdi ey aziz kâri' (okuyucu, okuyan, kıraat eden)! Siz ağanın bu zekâsını Howard Gardner’in ortaya attığı zekâ türlerinden hangisinde bulabilirsiniz? Bu basbayağı onuncu zekâ türü değil mi?

İsterseniz, on birinci zekâ türünden de bahsedeyim size biraz. (Biraz daha devam edersem, Howard Gardner taa Amerika’dan zıplayıp buraya gelecek ve beni vuracak.)

Hani şu az yukarıdaki satırlarda bir ciyaklatma (o kelimenin aslı da viyaklatmadır.) meselesi vardı ya işte onun hikâyesini anlatacağım şimdi.

“Zamanın birinde, çok soğuk bir kış günüymüş. Sultan, (Padişah) İstanbul'da kıyafet değiştirerek, tebdil-i kıyafet dolaşmaya çıkmış. Yanına da baş vezirini almış. (Sultanın yanında mutlaka bir dalkavuk bulunmalıdır değil mi?)

Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adamın yanına gidip selam vermişler.

Yaşlı adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Sultan, selam verince yaşlı adam selama, "Var olun Sultanım!" diyerek karşılık vermiş. Sultan sormuş:

“Altılarda ne yaptın da şimdi bu soğukta çalışıyorsun?”

Yaşlı adam cevap vermiş:

“Altıya altı eklemeyince otuz ikiye yetmiyor!”

Sultan tekrar sormuş:

“Geceleri kalkmadın mı?”

“Kalktık, lakin ellere yaradı.”

Sultan gülerek, “Peki o zaman sana bir kaz göndersem yolar mısın?”

Yaşlı adam da gülerek:

“Hem de ciiyyaklatmadan!” diye cevap vermiş.

Konuşma böyle bitmiş.

Yaşlı adamdan uzaklaştıktan sonra Sultan, baş vezirine ne anladığını sormuş.

Baş vezir de bir şey anlamadığını söyleyince (ki çok normal. Oraya nasıl çıktı bakalım. Vezir olmak için kaç kişinin kanına girdi?) Sultan, akşama kadar öğrenmezse baş vezirin kellesini alacağını söylemiş.

Baş vezir, Sultanı saraya bıraktıktan sonra, telaşla geri dönmüş. (İşin ucunda kelle var. Çok değerli değil ama neylersin!) Yaşlı adam hala orada çalışmaktaymış. Hemen yaşlı adama sormuş:

“Ya hu hemşerim, hele gelele! Sultanla ne konuştunuz?”

“Kusura bakma bedavaya söylemem. Ver yüz altın söyleyeyim.” demiş yaşlı adam.

Baş vezir yüz altını verdikten sonra sormaya başlamış:

“Sana selam verince Sultanı nereden tanıdın da bize ona göre cevap verdin?”

“Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü Sultandan başkası giyemez.”

“Peki, altılara altı katmayınca otuz ikiye yetmiyor, ne demek?”

Adam bu soruya cevap vermek için tekrar yüz altın almış.

“Sultan, altı aylık yaz dönemi yetmedi mi de kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de sadece altı ay yaz değil, altı ay kışta da çalışmazsak yemek bulamıyoruz, dedim.”

“Geceleri kalkmadın mı, ne demek?”

Adam bir yüz altın daha aldıktan sonra cevaplamış:

“Çocukların yok mu, diye sordu. Var ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim.”

Vezir, kafasını sallayarak anladığını belirttikten sonra:

“Peki, bir de kaz göndersem, dedi. O ne demek?” diye sorunca, yaşlı adam gülümseyerek:

“Eeee Vezirim! Onu da sen bul!” demiş!

Hakikaten zekânın bin bir türlüsüne sahip bir milletin çocuklarıyız biz.

05 Mayıs 2024

Dr. Mahmut Açıl

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner176