Okumak yetmez, anlamak gerekir. Fikir üreten her mütefekkir için geçerli olan bir kaide vardır: Her insanın düşünce dünyası, yaşadığı dönemin ve çevrenin sosyo – kültürel, dinî, ekonomik, fikrî akımlarından etkilenir, acı ve tatlı yönleriyle onun ruh dünyasında izler bırakır…

Bir yazarı, bir mütefekkiri doğru anlayabilmek, sağlıklı analiz ederek bir yere oturtabilmek için sadece yazdıklarını okumak, O’nu anlamaya yetmez! Yaşadığı dönemi, çevresini, içinde bulunduğu fiziki ve ruhi şartları da bilmek gerekir.

 Akif, bir cihan imparatorluğunun yıkılışına; dönemin en güçlü, en acımasız, her türlü insani fazilet ve anlayıştan yoksun emperyalist sırtlanlarının dört bir koldan saldırıya geçtiği, bir alev topuna dönen İslam dünyasının iklimini teneffüs etmiştir. Ruhu, hücrelerinin her zerresi bu acılarla beslenmiştir… Ümmetin perişan hali, yanmış-yıkılmış şehirler, sokaklarda bir parça ekmeğe muhtaç Balkan, Kuzey Afrika, Yemen, Sarıkamış şehitlerinin geride bıraktığı milyonlarca yetim!..

 Bu ortamda yetişen, ruhu bu ıstırap ve acılarla yoğrulmuş, imanı bütün ümmetin vicdanı olan bir insanın, Çanakkale’de yamyam sürülerinin İslam Dünyası’nın kalbi olan Hilafet Merkezini işgal edip, imparatorluğu tasfiye ederek, tüm ümmet coğrafyasını parçalayıp sömürge yapma projelerine karşı; çocuk yaşta, oyun çağında tıfıllarla, baba ve beli bükük dedelerin canhıraş bir şekilde Hilâl’in Haç karşısındaki ölümcül mücadelesini ruh dünyasındaki hücrelerin en küçük zerresinde bunu hissederek, Mehmetçik için

 “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîdi

 Bedr’inarslanları ancak bu kadar şanlı idi!”

mısralarından hareketle, Allah’la problemli bazı beyin ve ruhların “Mehmetçiği nasıl baldırı çıplak Arap çapulcularla mukayese eder!” hezeyanı ile, dini bilgi ve birikimleri İslam’ı idrak etmeye dahi yetmeyen sünepe dindar kılıklı zavallıların “Mehmetçiği nasıl sahabe ile mukayese eder!” zırvalamaları… bizi bu konuyu kısaca da olsa kaleme almaya mecbur bırakmıştır.

 Akif Çanakkale’deki Mehmetçiği neden Malazgirt’teki Alperenlerle, Kosova’daki Muradlarla, İstanbul’un Fethi’ndeki Ulubatlı Hasanlarla kıyas etmez de Bedir’deki Müslümanlarla eder?..

Tarihteki savaşlara baktığımızda Bedir, savaş bile sayılmaz. Bir tarafta bin kişilik bir kuvvet, diğer tarafta üç yüz kişilik bir kuvvet; lojistik ve savaş araç-gereçleri açısından da iki taraf da klasik anlamda bir ordu/asker sayılmazlar.

Olsa olsa köy kavgası kategorisinde yer alabilir.

 Peki, o halde neden Bedir?..

 Biz insanlık tarihindeki savaşlara baktığımızda, hemen hepsi şan, şöhret, ülke topraklarını genişletmek, intikam, ganimet…vb. birkaç nedene dayanır.

Bunun tek istisnası Bedir’dir.

Bedir, Tevhid’in Şirk karşısındaki var olma/yok olma savaşıdır.

Akif, Çanakkale’yi bu kategoride gördüğü için, Mehmetçiğin buradaki mücadelesini, Bedir’deki sahabenin mücadelesine benzetmiştir.

 Konu rahat anlaşılsın diye, önce biraz Bedir’den bahsedelim, sonra da Akif’in bu Mehmetçik aşk ve sevgisini anlatalım.

 Hicret’in henüz birinci yılında Bedir’de Mekkeli müşrikler ile Müslümanlar karşı karşıya gelirler. Mekkeli müşriklerin sayısı bin civarındadır, Müslümanların sayısı üç yüz civarında. Sayı üstünlüğü ortadadır.

 İki ordu karşılıklı savaş düzenine geçer:

 İslam ordusunun sancağını taşıyan Ebu Huzeyfe atının üzerinde en öndedir. Karşısındaki müşrik ordusunun sancağını taşıyan ise Utbe b. Rabia’dır.

Utbe, Ebu Huzeyfe’nin babasıdır.

Birbirilerini yok etmek üzere karşı karşıya gelen iki ordunun sancaktarları baba ile oğuldur.

Ebu Huzeyfe babasının hemen arkasında en ön safta elinde kılıcıyla kardeşi Velid’i de fark eder.

 Ebu Huzeyfe’nin hemen arkasında Hz. Peygamber vardır.

Peygamber’in sağında amcası Hamza yer almaktadır.

Peygamber’in tam karşısında ise diğer amcası Abbas görülmektedir.

Abbas ile Hamza bilindiği gibi kardeştiler.

Hz. Peygamber’in solunda Ebu Bekir vardır.

Ebu Bekir’in tam karşısında ise oğlu Abdurrahman yer almıştır.

Ebu Bekir’in yanında Mus’ab b. Ümeyr vardı.

Mus’ab’ın tam karşısında ise kardeşi Ebu Aziz b. Ümeyr elinde kılıç ve kalkanıyla durmaktadır.

Hz. Hamza’nın yanında yeğeni Hz. Ali vardır.

Tam karşılarında ise Ali’nin ağabeyi Akil yer almaktadır.

Bu listeyi daha fazla uzatmanın anlamı yoktur.

Baba oğula, kardeş kardeşe, amca/dayı yeğene karşı…

 Bu insanları Bedir’de karşı karşıya getiren nedir peki?..

Şan, şöhret, mal-mülk gibi dünyevî gaye mi?..

Elbette hayır!..

 Bu, Tevhid’leŞirk’in var olma/yok olma mücadelesidir.

 Bu manzarayı derin bir hüzünle seyreden Allah’ın Resulü hemen kendisi için kurulan komuta çadırına girer, iki rekât namaz kılar ve ellerini semaya kaldırır: “…Ya Rabbî! Peygamberlerine yardım sözünü, bana da özel olarak zafer va’dini yerine getirmeni talep ediyorum: Eğer şu bir avuç Müslüman helâk olursa, yeryüzünde sana secde eden kimse kalmayacaktır!”

 Akif, Allah Resulü’nün bu duasında, İslâm’ın istikbalini ve kaderini görmüş; Çanakkale’deki savaşın da sıradan bir savaş olmadığını, İslâm’ın istikbal ve kaderini tayin edecek, Hilâl’in Haç karşısında var olma/yok olma mücadelesi olduğunun idrakindedir.

Bu nedenle Çanakkale’deki Mehmetçik’in Bedir’deki Sahabe ile aynı şuur ve idealle ortak bir paydada yer aldığını görmüştür.

Çanakkale geçilirse, sadece İstanbul’un, hilafetin pay-i tahtının işgal edileceğini düşünmemiş, tüm İslâm dünyasının târ u mâr olacağını görmüştür.

Çanakkale’de Mehmetçiğin akan kanının, tıpkı Bedir’de Allah Resulünün de belirttiği gibi, Sahabenin akan kanı ile aynı ideal içindir:

Küfrün karşısında Tevhid’i kurtarmak!..

 Asım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek;

 İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.

 Şühedâ gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar…

 O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,

 Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor.

 Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

 Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

 Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

 Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi,

 Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Akif, Mehmetçik’e adeta âşık olmuştur… Tevhid’in bekası uğruna canını seve seve veren Mehmetçik’e, “onlara ölüler demeyiniz!” ilahi kelamına mazhar olan bu muazzez şehitlere son görevini yapmak için bir türbe inşa etmeye karar verir.

Sanat eseri, dünyadaki tüm türbeler gözlerinin önünde canlanır. İçinde halifelerin, hükümdarların, sahabelerin, Allah dostlarının, kahramanlık sembolü mücahitlerin ebedi uykularına daldıkları bu beşerî yapıların hiçbirini Mehmetçik’e layık görmez… Coşkulu ruhunun hayal aleminde Mehmetçik’e kendisi bir türbe inşa etmeye çalışır:

 Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

 Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın!

 Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab…

 Seni ancak ebediyetler eder istiâb.

 “Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına

 Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına

 Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyla

 Kanayan lâhdine çeksem bütün ecramıyla

 Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

 Yedi kandilli süreyyâ’yı uzatsam oradan;

 Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,

 Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

 Türbedâr’ın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

 Gündüz’ün fecr ile avizeni lebriz etsem,

 Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…

 Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana…

Akif, Beytullah’ı mezar taşı yapsa da, gökkubbeyiridâ olarak Mehmetçiğin lahdine çekse de, mor bulutları bu türbeye tavan yapsa da, mehtabı fecre kadar ona türbedar yapsa da… böyle bir türbenin dahi Mehmetçik’in yaptıkları karşısında, Ona layık olamayacağını haykırır:

 Sen ki son Ehl-i Salibin kırarak savletini,

 Şarkın en sevgili Sultanı Selahaddini

 Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…

 Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran.

 O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

 Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;

 Sen ki, asâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!..

 Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihan…

 Ve bu muazzez şehitlere ebedî istirahâtgâhları için layık türbelerini işaret eder:

 Ey Şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

 Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber!

Özetle Çanakkale Şiiri’ni sadece yüksek sesle okumak, Akif’in duygu dünyasını anlamaya yetmez!..

Her harfini, her kelimesini Çanakkale’nin bir cephesiyle ilişkilendirip, o halet – i ruhiyye ile okunursa, Akif anlaşılabilir.

Vatan, bayrak, istiklâl ve Mehmetçik!.. Bunları Akif kadar iyi anlayan, damarlarında bile bunları hisseden ikinci bir insan zor bulunur!..

Milli hissiyatını nefsanî hissiyatına kurban ederek, cenazesine ilgisiz kalan devlet erkanına, bu milletin ve ülkenin istiklâlini temsil eden Ay Yıldızlı Albayrak tabutuna sarılı halde ebedî istirahâtgâhına yol alırken, “Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı Hilâl” diye seslenen Şairi duyarcasına, mutlu bir dalgalanmayla münker – nekire tebessüm ediyordu: “Bedr’in Arslanları ile Çanakkale Mehmetçik’inin sevdalısını getiriyorum size!..” diyordu.

Akif’i anlatmaya bir makale, bir derginin sayfaları yetmez. Son bir noktaya daha temas edip yazımızı sonlandıralım.

Malum olduğu üzere Sayın Cumhurbaşkanımız 6 Mart 2021 tarihinde ResmiGazete’deyeralan 2021/6 sayılı genelge ile bu yılı “Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı Yılı” olacağını açıkladı ve ilgili kurumların yıl boyunca etkinlikler düzenlemelerini tavsiye etti.

Bu önemli hatırlatmadan sonra şunu da ekleyelim:

Vefatının 85. yılında rahmet ve minnetle andığımız İstiklal Marşı şairimiz, sadece bir şair değildir… Ömür boyunca ayaklarını uzatıp, bu akşam da şu konuda bir şiir yazayım, şu beyitte şu sanatı yapayım… diye bir düşüncesi olmamıştır.

Şiir, sadece O’nun için, ümmetin maruz kaldığı felaketleri, vatanın ve istiklâlin düştüğü tehlikeyi, yaşadığı coğrafyanın ıstıraplarını haykırmak için bir araçtır.

Hayatı boyunca, hâne halkının tabii ihtiyaçlarını, şahsi ve nefsanî istek ve arzularını kendine dert etmemiştir. Devleti, milleti, ümmeti… onların problemlerini, geleceklerini kendine dert edinmiştir!.. Zemheri soğuğunda üşüyen bir zavallıya rastladığında, üzerindeki paltoyu bir saniye dahi tereddüt etmeden üzerinden çıkarıp ona giydiren, koca kışı paltosuz geçirmeyi göze alan, milletin şeker bulamadığı kıtlık günlerinde ziyaretine gittiği bir dostunun kendisine “üzümünü ye, bağını sorma!” bencilliği ile şekerli çay ikram etmesi karşısında, o çayı içmeyen ve o kişiyle dostluğunu sonlandıran bir karakter abidesidir aynı zamanda Akif!..

Düşmanlarının bile karakteri hususunda derin bir saygı duyduğu Akif, kelimenin tam anlamıyla aynı zamanda bir İslam alimi ve mütefekkiridir. İtikadî ve amelî yönden Kur’an’ı yaşayan, sahabe meşrepli bir Müslümandır.

Kısaca, Kur’an’ın tarif ve idealize ettiği bir mümindir…

Son olarak buradan bazı dostlara bir çağrıda bulunayım: Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han, son zamanlarda sık sık gündeme gelmeye başladı. Bu büyük Hünkâr açısından, gelecek nesiller üzerindeki yanlış algının sona erdirilmesi nokta-yı nazarından önemli ve faydalı… Ancak art niyetle mi, akıl fukaralığından mıdır karar veremediğim bir husus beni üzüntüye gark etti. Emperyalist Batılı güçlerce yönlendirilen, Abdülhamid aleyhinde pompalanan propaganda öylesine kesif bir hal almıştı ki, dönemin dindar ve muhafazakâr aydınları da bu propagandanın etkisinde kalmışlardı ve Ulu Hakan’a cephe almışlardı… Akif de bu propagandanın etkisindeydi ve Abdülhamid Han aleyhinde şiirler yazmıştı!..

Akif’in bu şiirlerini gündeme taşıyarak, hatta bazıları Akif’e hakaretler yağdırarak, suyu bulandırmak için ellerinden geleni arkalarına koymayacak bir psikoloji içerisindeler!..

Yazıktır, günahtır!.. Bir Akif de bir daha gelmez, bir Abdülhamid de!.. Günün siyasi atmosferinin sebep olduğu bir hatalı algıyı top güllesi yapıp, Akif’in ruhunu incitmeyin!..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner176