İşte o an anlarız, evren bize karşı değilmiş, sadece bizden biraz daha tecrübeliymiş.

EVRENİN FISILTISI

Bazen öyle anlar yaşarız ki kendi planlarımızın Tanrı’nın mizah anlayışıyla çakıştığını fark ederiz.

Bir şey isteriz, olmaz. Uğraşırız, ters gider.

Çalışır, çabalar, didinir dururuz…

Sonra mı? Sonra da olmadı diye kendi kendimizi yer, kahrederiz…

Sonra bir gün, bir bakarız ki “olmayan” şey aslında bizi“olmaktan”korumuş.

İşte o an anlarız, evren bize karşı değilmiş, sadece bizden biraz daha tecrübeliymiş.
“Pronoia” deniyor buna.

Yani, evrenin bize düşman değil dost olduğu inancı.

Sakın “paranoya” ile karıştırma bu kavramı.

Paranoya, “herkes bana kötülük planlıyor” derken,

Pronoia, “evren benim iyiliğim için işbirliği yapıyor” der.

Kötü giden şeylerin bile bizi hazırladığını, şekillendirdiğini bilmek.

Freud olsa, “benlik dayanıklılığı” derdi,ben diyeyim, “kader terbiyesi.”
Bak sevgili okuyucu, bizim dilimizde bu hâlin bir adı daha var.

Çok iyi bilirsin sen o adı.

Daha küçücükken, büyük annenden, büyük babandan ya da mahallenin yaşlılarından duymuş olman lazım.

Mahallenin yaşlıları diyorum, zira bugünlerde bu kavramı tanıyanların, bilenlerin sayısı iyice azaldı.

“Hocam yorma beni, söyle şu kavramı!” diye heyecanla beklediğini biliyorum.

Evet, bizim dilimizde bu “pronoia” kavramının adı “Takdiri ilahi” dir.

Yani “Kozmik plan”

“Allah’ın ölçüp biçmesi, belirlemesi…”

Kaderin içindeki ince, şaşmaz, şaşırmaz mühendislik…

Zaman, mekan, olaylar ve insan iradesi bir araya gelir ve ortaya görünüşte tesadüf gibi duran ama aslında kusursuz bir ilahi plan çıkar.

Bu palan insanın kontrol alanının dışındadır.

Yani takdir, “Senin için belirlenen”dir.

Bu varoluşun nesnel tarafıdır.

Bir de “Ben işimi yaparım ama sonucu Yaradan’a bırakırım.” vardır.

Bu teslimiyet, miskinlik değil, aklın kibrini dizginlemektir.

İnsan, her şeyi kontrol etme hastalığından vazgeçtiği gün büyür.

Çünkü anlar ki her kapı ayakta ve tek elle açılmaz; bazısını diz çöker öyle açarsın.

Bunun adı, “tevekkül”dür.

O takdirin içindeki kendi tavrındır.

“Ben işimi yaparım ama sonucu Yaradan’a bırakırım.” kaderin pasif bir kabulü değil, “aktif bir güven” biçimidir.

Yani sevgili okuyucu, “Çalış, gayret et ama sonucu kalbine yük etme!”
Bir öğrencim sormuştu, “Hocam, niye hep sonradan anlıyoruz bazı şeylerin hayrını?”

Gülümsedim, dedim ki “Çünkü evren önce öğretir, sonra açıklar.”

Zihnin acelecidir ama kalp yavaş öğrenir.

Kalp, hikmetin ritmini dinler.
Biz danışanlarımıza bu meseleyi başka kelimelerle anlatırız, “Kontrol edemediklerini kabullenmek, yani “radikal kabul.”

Aslında manevi alemin terapistleri de aynı şeyi söyler ama daha zarif biçimde,

“Tevekkül et!”

Yani, gayret senden, sonuç Allah’tan.
Benim yaşımda insan şunu öğreniyor sevgili okuyucu.

Hayat, iyi-kötü diye ikiye ayrılmıyor. Sadece hazırlıyor.

Kimi zaman seni bir kırılmayla esnetiyor, kimi zaman bir gecikmeyle koruyor.

Kimi zaman da seni senden büyütüyor.
İşte pronoia bu noktada devreye giriyor.

Zihin “bu niye oldu” diye didinirken, ruh “belki de tam olması gereken buydu” diyor.

Ve sen o sesi dinlemeyi öğrendiğinde, kader artık korkulacak bir kelime olmaktan çıkıyor.

Kader, seninle işbirliği yapan bir dost oluyor.
Bu yüzden hemen her akşam yatarken şunu fısılda kendine, “Ben elimden geleni yaptım, gerisi takdire kalmış.”

Bu cümle, beynin kimyasını değiştirir.

Çünkü inanç, sinir sistemine huzur verir.

Ve biliyor musun, insanın huzuru, inandığı cümlede gizlidir.
Bazen her şeyi anlamaya çalışmak yorar. Bazen sadece “tamam” demek şifadır.

Belki de Allah, “neden?” diye soranlara değil, “nasıl?” diyenlere cevap veriyordur ha, ne dersin?
Hayat seni bir yere götürüyorsa direnme.

Belki orası dua ettiğin yerdir.
Vesselam!..